Terk edilmiş kentlerde iz bırakan hayaletler

Gaye Keskin

Nis Tuğba Çelik’in on beş öyküyü ‘Köpek’, ‘Ev’, ‘Hayalet’, ‘Karın’ ve ‘Çocuk’ isimli beş ayrı başlık altında okura sunduğu ‘Karanlıkta Kanto’, sisin durmaksızın arttığı, adımlarımızın zaman zaman yerden uzaklaştığı, kulaklarımızda uğuldayan seslerin nereden geldiğini seçemediğimiz bir yolculuk sunuyor bize. Üstelik bu yolculukta Julio Cortázar’a, Edgar Allan Poe’ya, Agnès Varda’ya rastlıyor, gerçek ve gerçeküstü arasındaki diyalektik çizgide nefeslenip felsefi bir güzergah buluyoruz kendimize: Dur ve üzerine düşün.

YALNIZLIĞIN RESMİ

Nis Tuğba Çelik’in ‘Karanlıkta Kanto’ya hayat veren öyküleri, Edward Hopper resimlerinin kelimelerle yeniden tasarlanması gibi. Terkedilmiş sokaklara, metruk binalara, tek başınalığının sarsıcı karamsarlığındaki insanlara bakıyor; onları bugüne getiren gerçekliklerin ne olduğunun kaygısına düşüyor ve yazarın zamanı farklı şekillerde eğip bükmesiyle gerçekliklere ulaşıyoruz. Yazar bazen tek bedenden üç ayrı zamanın insanını çıkarıyor, bazen bedensiz insanları kalabalığa karıştırıyor. Bir bakıma yalnızın yalnızlığını tıpkı Edward Hopper gibi etkileyici arka planlarla bize veriyor.

KÖPEK

“Ölüm zamanın içine bırakılan, taklidi imkânsız, en sahici heykeldir.”

Kitabın ilk bölümü ‘Köpek’; ‘Ölü’, ‘Attore ile Melek’ ve ‘Cortázar’ın Köpeği’ne ev sahipliği yapıyor. ‘Köpek’, ilk öykü ‘Ölü’deki şu cümleyle açılıyor: “Asıl şu patikayı merak ediyorum. Tırmanabilecek misin?” Anlatıcının patikayı tırmanırken karın içindeki ölü köpeği fark edip kaburgalarına sakladığı ve ölü köpeğin metaforik olarak anlatıcıyı, patikanın da ilişkiyi temsil ettiği öykü, sevgilisi tarafından ilişkinin son nefesini solumak zorunda bırakılan anlatıcının şu son sözüyle perdesini kapatıyor: “Sana demedim, sakladım; seninle son kez yürüdüğümüz patika yolda yaşamak istemiş kar yağan o gece. Yolunu kaybetmiş ölü, yavru bir köpek…”

‘Attore ile Melek’, ninesi tarafından büyütülen bir çocuğun hasta yatağında karşılıyor bizi. Çocuk, köpeği Attore’nin yasını tutarken, ateşler içinde kıvrandığı yatağından anlatıyor hikayesini. Attore’nin peşinden ninesinin yasakladığı genelev sokağına girdiği ve orada gördüğü kadından olağandışı biçimde etkilendiği günü şu sözlerle aktarıyor: “…kadının yüzündeki zayıflıktan gözümü alamadım. Dudakları kemana benziyordu; sağ tarafı daha kabarık, sol tarafı daha inceydi. Konuşsa sanki dudaklarının iki tarafından farklı sesler çıkacak, iki farklı insan duyulacak gibiydi.” Öykünün başında ninesinden sakladığı sırrın etkisinde olan anlatıcı, ilk paragrafta ninesinin terlik sesini gürültülü diye tanımlıyor ve düğümler sökülüp sırların üzerindeki örtüler kaldırıldığında yani öykünün sonunda, terliklerin sessizleştiğini fısıldıyor.

EV

“Döneriz elbet. Bin bir halde…”

Kitabın ‘Ev’ isimli bölümü; ‘Vo. ve Lekesi’, ‘Çalınan’ ve ‘Kırmızı ile Yeşil’ isimli üç öykünün çatısını oluşturuyor.

Bölümün ilk öyküsü ‘Vo. ve Lekesi’nde ana karakteri, duvardaki erguvan rengi lekeyi silmeye çabalarken buluyoruz. Ancak leke, beze yayılmaya başlayınca ve ana karakter, lekeyi oradan yok etmenin yolunu çekice sarılmakta bulunca, hikayenin etkileyici atmosferine katılıyor ve yazarın şu cümleleriyle lekenin ardındaki gerçekliğin farkına varıyoruz: “Vo’ya başkasına aşık olduğunu söylediği zaman bahardı ve bu konuşmayı, üzerinde kıştan leke kalmış duvarın önünde yapıyordu. Konuşurken gözlerinin içine bakamadığı için duvardaki lekeye bakarak anlatıyordu.”

‘Çalınan’, yazarın ayaklarımızı tam anlamıyla yerden kestiği öykülerinden biri olarak çıkıyor karşımıza. Evlerinden üniformalılar tarafından sürülmüş insanların ardındaki hiçliği, anlatıcının gözünden aktaran yazar, hikayenin içine üç insan bırakıyor. Biri anlatıcı, diğeri çocuk, diğeri de yaşlı. Aynı ipin üzerinde yürüyen bu insanların kim oldukları hikayenin sonuna kadar muamma. Ancak anlatıcının yıllar sonra geri döndüğü evine bakarak fısıldadığı şu cümleler, kimliğine dair soruları bertaraf etmeye ve yerimizde huzursuzca kıpırdanmamıza yeter: “Yeni ölmüş, içi dışı bir hâlâ. Kudretsiz. Ölü kanatlarından biri pembe plastik poşetin kulpuna saplanmış. Kırlangıç poşetten önce eriyecek yine de. Üstlerine beyaz bir ev dikecekler, içine dolaplar, kutular, sırlar, çekmeceler koyacaklar. O çekmecelerden biri ansızın açıldığında kırlangıç kanat çırpıp göklere kavuşur mu, bilmem. O şimdilik ölü, poşete takılmış.”

HAYALET

“Her hikaye kendine başlar, kendine kapanır ama unutma başkasını örter.”

Karanlıkta Kanto, Nis Tuğba Çelik, 136 syf., Everest Yayınları, 2023.

Kitabın üçüncü bölümü ‘Hayalet’, birbiriyle bağlantılı üç öyküye hayat veriyor: ‘Awumbuk’, ‘Ses Kayıt’, ‘Karanlıkta Kanto’.

‘Awumbuk’, anlatıcının sayıkladığı ceketin noksanlığıyla başlıyor ve anlatıcı, sevgilisinin kaldığı son otele giderek, cekete ulaşmanın yolunu arıyor. Anlatıcının sokak sokak terzileri dolaştığı ve ceketi bulmaya çabaladığı ‘Awumbuk’, anlatıcının sevgilisinin ses kayıtlarına ulaştığımız yerde bitiyor ve hikaye ‘Ses Kayıt’la devam ediyor. Bu kez ‘Awumbuk’taki anlatıcının sevgilisi, ana karaktere dönüşüyor. Siyah elbiseli kadın ve beyaz tüylü kedinin sayfalar boyunca bize eşlik ettiği bu öyküde yazar, ana karakterin ses kayıt tuşuna basarak fısıldadığı şöylesi cümlelerle tekinsizliği pekiştiriyor: “Bütün güzellikler başka bir çağın güzelliğine benziyor. Bütün kötülükler hep bu çağda olurmuş gibi…” ‘Ses Kayıt’ta karşılaştığımız siyah elbiseli kadın, bölümün son öyküsü ‘Karanlıkta Kanto’da Kantocu Sona olarak karşımıza çıkıyor ve Sona’nın hayaleti öykü boyunca, kızına ulaşarak onu kayıkla eve götürmenin yollarını arıyor. Kitaba adını ve kapak fotoğrafını veren bu öyküde yazar, karanlığı Sona’nın topuklarıyla oyuyor ve onun nefessizliğinden arta kalan mutsuzlukları üzerimize bocalayarak şöyle fısıldıyor: ‘”O çocuk nerede,” diyor. Onu bulabilse belki gözünü kırpabilecek. “Bir gece de olsa gözlerini sonsuzluğa kapatabilen ne bahtiyardır” diyor.’

KARIN VE ÇOCUK

“O andan sonra şehirdeki bütün yüzler, sesler, binaların cepheleri iç gıcıklayıcı bir şekilde aynılaşmaya başladı.”

‘Karın’ bölümündeki üç öykü şöyle: ‘Karnın Arkeolojisi’, ‘N.’ ve ‘Kanarya Sancısı’.

Bölümün ikinci öyküsü ‘N.’, anlatıcının şu cümlesiyle başlıyor ve bizi Dostoyevski imzalı bir Rus romanının bükülmüş gerçeğine, başka bir evrendeki haline götürüyor: “Sevgili N. Sizi önce okudum mu yoksa gördüm mü, bilemiyorum.” Anlatıcının, Dostoyevski’nin Nastasya’sını kendi zamanındaki hayali bir kahramana dönüştürdüğü ve kimseye anlatamadıklarını ona anlattığı öykü, “…yatakta dönüp dururken öldürmeyi hayal ediyorum,” cümlesinin kılavuzunda devam ediyor ve anlatıcı, N.’yle kendini içselleştirerek, iki yüz yıl evvel yalnızca bir romanda yaşamış bu kahramana şöyle fısıldıyor: “Koltuğunuzun altından bir inci yere düştü. Adamlardan biri yerden inciyi alıp size uzattığında, inci keskin parlak bir bıçağa dönüştü. Hiç tereddütsüz karnınıza sapladınız, kanamıyordunuz. Yüzünüzdeki ifade bir an olsun değişmedi. Acıyı karnınızı deşmeden çoktan yaşamış gibiydiniz. Kabarık eteğinizden kan akmıyordu; sanki camdandınız, parçalanıyor, kırılıyor ama kanamıyordunuz.”

“Bütün oluyoruz. Sana karşı bütün mahalleli halaya duruyoruz.”

Çocuk bölümündeki öyküler ise; ‘İlk Aşk’, ‘Gözyaşı Şişesi’ ve ‘İtalyanca Çocukluk’.

‘İlk Aşk’, küçük bir kız çocuğunun kendinden büyük birine duyduğu platonik aşkı; şenlikli bir sokak düğünündeki kalabalığın içinde, yapayalnız kaldığı bir günde anlatmasıyla yol alıyor. Sevdiği adamın taşınmasına eşlik eden bakışlarıyla geçmişin puslu sayfalarını aralayan anlatıcı, yaralarını kabuklarından soyup bize şöyle gösteriyor: “Belki de böyle istedin; gidişin davul zurnayla olsun. Davulcu tokmağı her vurduğunda tenimde bir yarık açılıyor; zurna, efsunlu sesiyle beni artık içinde senin olmadığın felaket dolu bir geleceğe hazırlıyor.”

KARANLIKTA KANTO

Nis Tuğba Çelik’in öyküleri, zaman zaman bir diğerine selam veren öğeler içerse de (taraça, leke, ölü hayvan, ceket, gözyaşı şişesi…) ‘Hayalet’ bölümü dışında birbirlerinden tamamen bağımsız.

Bu bağımsızlık boyunca, eklektik bir gerçeklikle topuklarını yere, yumruklarını kalçalarına vuran kantocular gibi karakterlerin sesleri boğazlarını yırtarak çıkıyor: Tiz, berrak, ahenkli. Sonra Nis Tuğba Çelik ışığı kısıyor ve topuklar yeri bulamamaya, sesler gırtlaklarda sıkışmaya, soluklar kesilmeye başlıyor. Bazı karakterler ölüyor, bazıları susuyor, bazıları ise karanlıkta dans etmeye alışıyor. Ama genel olarak Edward Hopper’ın resimlerindeki o insanlar kalıyor geriye. Omuzları çökmüş, başları önlerine düşmüş, mutsuzlukları bedenlerini aşacak kadar büyümüş insanlar.

‘Karanlıkta Kanto’, Hopper resimleri dışında bir şeyi daha anımsatıyor. Jean-François Lyotard’ın üstanlatılarındaki farklılıkları akla getiriyor. Dogmalardan, mistisizmden, acıdan aydınlanmış insan özgürlüğünü ve toplumun yüzleşmesi gereken sorunları. Mistik öğelerin hikayeler boyu bizimle olduğu ‘Karanlıkta Kanto’da yazar, sırlı gümüşü okura çeviriyor ve tıpkı karakterlerine yaptığı gibi bizim karnımızda da ağaçlar büyütüyor, ölülerimize dokunduruyor, geçmişimizin insanlarının dogmatik yüzlerini yeniden gösteriyor. Kendimizle yüzleşmemizi ancak toplumu başka bir zamana ertelememizi öğütlüyor. Sonra yazar, eteğini savuruyor, ayaklarını yerde hafifçe kaydırıyor ve perdeyi kapatıyor.

Biz mi? Kimimiz müziği duymaya, kimimiz dans etmeye devam ediyoruz.

SON SÖZ

Bronz geyik heykellerinin, aynılaşan imgelerin, karnıyla öğrenenlerin, ölü hayvanları bedeninde taşıyarak onlara dönüşenlerin, evleri çalınanların ve dahi hayatından olanların öyküleri saklı ‘Karanlıkta Kanto’da.

Gözlerimiz karanlığa alışmaya başladığında ve adımlarımız birbirini kovaladığında Nis Tuğba Çelik, Cortázar’dan yaptığı şu alıntıyla bizi bize bırakıyor ve karanlığın sesini şöyle açıyor: “Her insan rüyasında ölmüşlerini görür ve onları sağ görür, oturup yazmamın sebebi, bu değil; yazmamın sebebi biliyor olmam, ama bildiğim şeyin ne olduğunu açıklayamıyorum.”

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir